BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

2 Kasım 2011 Çarşamba

Gözden Kaçanlar









--Hayatımın geri kalanının rakı masasındaki tesellisi olabilecek bir gün..


O özel günlerden biriydi işte. Hani, bilirsiniz, tekdüzeliğin tahta bendini çatlatıp kıran nehrin baskın gelişi. Hayatın pek çok gününde anlık fiilleri gün boyunca üstünüzden silkeleyemezsiniz. Kırılıyorum, düşüyorum, ölüyorum gibi mesela. Fakat bugün, bir mucizenin ta kendisiydim. Pazarlıksız bir teslimiyet benim bahsettiğim. Sokak lambasının berisinde durup boş gözlerle, gerçekten gözlerinden içeriye her türlü devinimin girmesini göze alarak, olup biteni izlemek gibi. Bir çoşkunluktum adeta, haikulara misafir olan. Teklemeyen, tereddütsüz bir esinti. Bugün; kırıldım, düştüm ve öldüm.



Sevgilerle
 İlk Yaprağı Döken Çam Ağacı



--Kabuslarımda tek ayak üzerinde telefon rehberinin A ve K bölümlerini okuyorum..




Öncelikle mazur gör beni. Fazla gevezelik edemeyeceğim ayaküstü. Hayır, hayır; vaktim bol, lakin benim için konuşması zor. Yani yıllar konuşmayı öğrenmek ve konuşmayı unutmak üzerine kurulurken ben, yıpranan bir sokak köşesi gibiyim. Ağzımı açacak olsam o kadar çok kelime geliyor ki dudaklarıma, hepsi sıkışıyor ve tek kelime çıkamıyor ağzımdan. Şikayetçi miyim, değilim. Çünkü ben şikayetçi olsam, tanığım olacak gani gani mağdur kelime tanıyorum. Daha fazla sıkışıklık. O yüzden beni mazur gördüğün gibi kısa konuştum.


Buluşup bunu tekrar yapalım
PTT'nin Dibindeki Ankesörlü Telefon




--Yanı başımdaki genç kitabın yalnızlık üzerine ettiği onca cür'etkâr kelime üzerine..




Yalnızlıktan bahseden epey bir dostum oldu gençken. Aynı rafı paylaştığım kalın-ince bu kitaplar, üstlerindeki isimleri gururla taşıyarak yalnızlığı anlatırlardı diğer kitaplara. Bazıları, yazarının, yalnızlık deneyimini nasıl gerçekçi bir üslupla yazdığıyla övünürdü. Bu kitaplara göre yazarlarıydı dünyayı sırtında taşıyan. Ama ben en çok ince kitaplardan hoşlanırdım, kısa mısralı, okuyanlarının doldurması için bırakılmış boşluklara sahip olan. Yalnızlığın özlü ifadelerini ezgiyle dizgilerdi bu kitaplar kağıttan yüreklerimize. Bazı hınzırlar ise hinlik yapar ve biz gençlere, yalnızlığın bir ateş olup bedenimizi kavurup kül edeceğini anlatırdı. Ama aralarında en çekilmeyenleri yalnızlığı işleyen  kitaplar hakkında yazılan mağrur olanlardı. Sabahlara kadar tartışırlar, birbirlerine mürekkep kusarlar, günün ilk saatleriyle tekrar toza gömülürlerdi huzursuz yazgılarıyla. Yalnızlık hakkında gençliğimde öğrendiklerim bunlardı  kısalı yanlışlı bir şekilde ifade etmem gerekirse. Yalnızlıktan dem vuran raflarca kelam. Daha sonra o elden bu ele sürüklendim durdum bir süre. Hayatın içindeydim artık. Ve son durağımda burası, çok uzun bir süredir de bu raftayım işte. Tek başıma. Sayfalarım sarardı, kapağım soldu. Anladım ki yalnızlık hakkında duyduklarımın hepsi ne tam olarak doğruydu ne de tam olarak yanlış. Ve haddimi aşmadan şunu söyleyebilirim galiba genç dostum, her kitap kapatıldıktan sonra yalnızlıktır.


İki laf etmeme izin verilmeden alnıma yazılmış;
25 Temmuz 1960
Pazar günü. Çok sevdiğim 
ve taktir ettiğim arkadaşım M. Ş. ile
 geçirdiğimiz güzel bir gün
 sonunda bana hediye edildi 

9 Ekim 2011 Pazar

9 Nisan 1821 -- 16 Mayıs 2011

Kaldı ki, bugünlerdeki havam bu değil. Ne kanıtlamak, ne şaşırtmak, ne eğlendirmek ne de inandırmak istiyorum. Sinirliyim, keyifsizim. Mutlak bir dinlenme ve sürekli bir gece arzuluyorum. Şarabın ve afyonun verdiği hazların savunucusu olmama rağmen yeryüzünde bilinmeyen ve göksel eczacıların bile bana veremeyecekleri ne canlılığı, ne ölümü, ne uyarıyı ne de hiçliği içeren bir içkiye susuyorum. Hiçbir şey bilmemek, hiçbir şey öğretmemek, hiçbir şey istememek, hiçbir şey hissetmemek bugünlerdeki biricik dileğim bu. Şerefsiz ve iğrenç ama içten bir dilek.


C.B

5 Ekim 2011 Çarşamba

Yeni(den)lenme




tekrar seçme şansım olsaydı
yine kendim olurdum
işte bu yüzden
umutsuzluğun hafta sonları yok
bir devinim gölgesi olarak intihar

kendini bilmek bir çentiktir âdeta
bir coğrafya sorusu olarak
                                 iztanbul

kuşların özgürlüğü gökyüzü ile bitmiştir keza
körelmiş bir bıçak
                                   kuşku

bir uzanış kahveye
ne bileyim
bir çekidüzen veriş perdelere
cigara nefeslerin asfalta vuruşları
        tek sıra halinde
               pespembe huzursuzluk , , ,

tekrar seçme şansım olsaydı
yeniden kendim olurdum
işte bu yüzden
başkaları da mümkündü
diye not düştüm
bir aldanış olarak intihar

ellerim cebime gitti

5 Haziran 2011 Pazar

Eksik Kesik





-Zaman niye hızlı geçer?
Durdu. Güldü. Espriye bağlanacak olan sorulardan biri zannetti herhalde.. Sigarasını söndürdü. Elini ağzına götürüp işaret parmağı ile orta parmağını çatal biçimine sokarak, 
-Sigaran, dedi. Sönmüş ve kül de koptu kopacak..
Sigarayı küllükte söndürmek için özenlice elimi ağzıma götürdüğüm anda kül izmaritten koptu ve gömleğin yakasının kenarına düştü.Usulca ayağa kalktım ve kalkmamla külün savrulması bir oldu. Tekrar uzandım yatağa.. Sıcaktı..
Uzun süredir boş boş bakmakta olduğum noktayı tekrar yakalayarak:
-Zaman niye hızlı geçer? diye sordum tekrar..
-Bilmem, dedi. Güzel vakit geçiriyorsak, belki o yüzden hızlı geçer?
Sigaraya uzandım. Kafam almıyordu cümlenin tamamını.. Teker teker yakaladım kelimeleri ve olağanca gücümle hazmetmeye çalıştım..
-Peki o zaman niye yaşını başını almış, hayatını belli bir düzene sokmuş insanlar zamanın hızlı geçmesinden şikayetçidir? diye sordum her kelimeyi vurgulayarak..
-Az zamanları kaldığı için olmasın, dedi..
-Belki, evet.. Ama bilmiyorum, yeterli bir cevap değil..
Hiç bir zaman da yeterli olmaz zaten.. Belki cevap doğrudur ama asla yeterli olmaz..
-Az zamanı kaldığı için eli kolu bağlıdır, dedi... Ne ileri adım atar ne geri.. Hımm, nasıl desem, üzerinden defalarca geçtiği ve bu yüzden ana hatları haricinde tamamen silinmiş, silikleşmiş ayak izlerinin üzerinden geçmek dışında bir şey yapamaz. Elinden bi'şey gelmez..

Ağzımda duran sigarayı yaktım.. Rahatsızdım. Daha rahat bir yatış şekli bulana kadar kımıldadım..Bir kaç dakika sessizce durduk..
-İnsan bir şey hatırlarken bu zaman alır.. Ne kadar etkilenmiş olursa olsun yavaş hatırlar.. İlk, çağrışımın frekansı yakalanır ki farkında olmayız çoğunlukla.. Sonra yavaş yavaş kavranır, biçimlendirilir falan.
Durdum, düşünceleri toplamakta zorlanıyordum.. 
-Ama unutma hızlı gerçekleşir.. İnsan bir anda unutur.. Çoğunlukla ilgisiz olur bildiğine.. Kanıksamış..
-Yani?
-Zamanın hızlı geçmesi de böyle değil mi?
Cümlemi soru vurgusuyla bitirmeme rağmen cevap vermedi.. Bakışlarımı alıp ona doğrulttum.. O da uzağa bakıyordu.. Dalmış diye düşündüm, bir insan kendi dalgınlığına karşı ne kadar aldırışsızsa bir başkasınınkine de öyledir..

İçten gelen boğuk bir iniltiyle gerindi. Beni bunaltmamaya dikkat ederek başını dizimin üzerine koydu.. Gözlerini yumdu.. Bıraktığım yeri kestiremeden tereddütle:
-İnsan ne kadar dikkatli ve ilgiliyse o kadar yavaş ve tatmin edicidir zaman, dedim sessizce.. Yavaş ve tatmin edici.. Ama gözleri görmez olduysa ya da benim kadar dalgınsa ve siktir etmişse hızlı geçiyor olmalı zaman..
Çürük pencere pervazından bir gürültü taştı ansızın.. Kafamı çevirdim, sararmış perdeye baktım.. Sarı ve sıcak, o kadar.. O da bakıyordu perdeye.. Ama o gözleriyle günlerdir evin içinde olan ve kara sineği takip ediyordu.. Yorgundu, belliydi.. 
Bunaltıcı olan odada yarım saat kadar sessiz kaldık.. Gözleri kapalıydı.. Göğsü belli belirsiz kalkıp iniyordu.. Uyuyor, dedim kendi kendime.. Belki de ihtiyacımız olan tek şey biraz uykudur.. 

Aylardan hazirandı ve hava çok sıcaktı..






25 Mayıs 2011 Çarşamba

u-mutlu
u-mutsuz

bu kadar zappavari mi gerçek..


21 Mayıs 2011 Cumartesi

Kumpas



Devam edemiyordum. Devam etmek için bir sebep göremiyordum. Yani bi'yerde, bir yere devam etmiyordum.. Devam etmek için hayat kısa diye düşünmüştüm bi'kırılışta. O yüzden defalarca yol değiştir. Devam etmek için değil, canın sıkıldığı için yol değiştir. Her gece yeni bir ateş yak, iç çamaşırların sabitin olsun,

Durdum, nefes aldım, en tevazülüsünden. Ama nefes verişim o kadar da alçak gönüllü olmadı. Nefes veriyor oluşum hala yandığım anlamına geliyordu ki buna katlanamadım. Ve tekrar nefes almadım, nefes almazsan nefes vermek zorunda kalmazsın. Çok basit ama hala popüler olan bi'mantık. Geriye kalan pek çok şey gibi bu da yürürlükte. Şu ıssız vadide, hala yürürlükte. Boğmaya devam ettim bedenimi bi'kaç dakika daha. Ama nedendir bilinmez, ki büyük ihtimal devam etmem için iyi bi'neden yine yoktu, tekrar nefes aldım..

Soluklandım, solukladım..
Durdum, cebimin bi'köşesine istiflediğim azığıma uzandım.. Elime bi'kaç kuru kayısı ve biraz da kayısı bademi geldi.. Bi'seferde ağzıma attım ve boğazımda kaldılar. Ama bu seferki deminki gibi bedenime ahkam kesme değildi. Nefes almamı engelleyen kuruyemişler, daha sonra kaderin ibne bi'cilvesi diye anlandıracağım o garip hissi bedenime enjekte ettiler. Saatlerce üzerinde kelimelerle kafa yoracağım o garip his..



Bıçağın ucundan sıyrılıp kaybolurcasına yürürlükten düşüyordu mantığım. Elimde değildi, düşüyordu, ilk elimi sonra da  bedenimi sağa sola sallarken saniyeler, anlar yırtılıyordu. Ağaçta asılı kalmış bir poşet gibiydim. İradesiz, düşüncesiz; sadece hissediyordum. Tek farkım rüzgara karşı ben soğuk ter döküyordum.

Umutsuz gibiydim denilebilir duvarda asılı olan lügata göre. Ama hayır, umutsuzluk, nefesimi tutmamdı. Bu umutla umutsuzluğa sığmayan bi'şey. İşte boğazında düğümlenen şey. O bulanıklıkta çantam sırtımdan düşmüş olmalı, hafifleştiğimi hissettim. Ve debelenmeyi kesip, koştum tabana kuvvet. Bi'ritm tutturmuştum. Kimseler yoktu. Yağmur damlalarıyla dövülen gözlerime bi'iki ağaç silueti ya da ona benzer bi'şey ilişti. Boğazım düğümlendiğinden beri kendini kaybeden besili mantığım, kafasını saklandığı kovuktan çıkartıp ağaca çarpmanın yağlı kıçımızı kurtaracağını bildirdi. Koşmaya devam ettim..
Ve yere düştüm.

Öksürdüm ve öksürdüm. Ciğerim yırtılırcasına. Ama acı yoktu. Ya da fiziksel bi'canı yoktu. Uzunca bi'süre sırtımdaki burukluğu omuzlayıp ayağa kalkamadım. Dermanım yok gibiydi. Uyuşmuştum. Aç gözlüce nefes alıp veriyordum ve ansızın uzun zamandır rafa kaldırdığım yaşların bulundukları yerden yuvarlanıp yanağımdan aşağıya yığılmakta olduğunu fark ettim.

Bu kadardı. Kendi gerçekliğimin yabanlarında boğulmuştum. Nehrin sürüklediği bedenimi bi'yörük bulup obasına götürecekti. O da kendi gerçekliğinin dışından gelen bu istilacıyı iyileştirip güçlü otlakların kendisine sunduğu iyi niyeti bana sunacaktı.

Ayağa kalktım, demin kafamın içinde sürüklediğim nehirden bolca su içip yüzümü yıkadım.




                    ~~                                ~~~                              ~~



...
-Keçi yolundan gitmen lazım..
-Peki keçi yolu, onu nasıl bulacağım?
-Boş ver sen, o kendiliğinden karşına çıkar..
...

Paketten bi'sigara çekip ağzıma götürdüm.

O beni buldu ve ben ona takılıp yere düştüm..




1 Mart 2011 Salı

Yumuşak Sürüş -2-






Saat altı olmalı. Gökyüzü kapalı ve gün ışığı son çırpınışlarında. Hafiften esen rüzgar hiçbirimizin yarasına merhem olmuyor. Ekvador'da öğlen olmalı ve Rose'yi düşünüyorum. Yaptığı garip yemekleri ve teninin kanıksadığım esmerliğini. Evlendirilmediyse iyi, diğer türlü amcığı ve şişe mantarı ile yaptığı gösteri son bulmuş olmalı.

-Sıkı kadındı. Boşa gelip gitmezdin.
-Ne lan! Vahiy mi geldi, diyor Nesi.
-Hayır, sadece geçmiş.
-Hangi liman, diyor Tayt.
-Siktir et limanı, şimdi burdayız ve buranın hakkını vermeliyiz. Şerefe beyler!
-A-ha işte bu benim yüce rabbimin hikmetli mesajı, önü gelenleri tatmin et, kaçanları daha bi'tatmin et. Söz konusu olan zamansa bi'de.
-Şerefe, diyor Tayt.

Sonra sessizlik. Sigaralar ağızlara götürülüyor. Yeterince sıcak bir gece var önümüzde ve biz de hazırlıklıyız. Ceketi motorun heybesinden çıkartıp yere atıyorum ve çimenlerin üzerine uzanıyorum. Gözlerimi kapattım ve zamanı handikapa getirdim. Zaman, hiçbir zaman doğrusal olmadı. Sadece yanlış sabitler. Dönüyor, dönüyor, dönüyor. Tüm gece boyunca.

Kendime geliyorum, Tayt eline mızıkasını almış, yanıyor çalı çırpı etrafımızda. Sıcak, daha sıcak. Nesi yok, kayıp. Motoru da yok ibnenin, yine ne itlik peşinde bilinmez. Nesi gibi adamların, tanrıların, kutsal kitaplardaki tutarsızlıklarla insanı imtihan ettiğini iddia etmesi gibi hareketleriyle bizi denediklerini düşünürsünüz. Ama bence hayır, o sadece nefes alıp veriyor yahu. Büyütecek bi'şey yok. Birazdan kutsal kaseyle çıkarsa hiç şaşırmam. Deyyus Zeus!

-Al bir fırt be mirim.
-Eyvallah kaptan.
-Gece şimdiden tütüyor mızıkanla. Borçlu ruhlar kapıda, hararetliler, sonsuzluğu götlerinde hissediyor olmalılar.
-Ve kıvraklığı görüyor musun? Ağaçlara bak, seçme hakkımız var dercesine nasıl dans ediyorlar.
-Tam aksine, seçim yok diyorlar. Ben gözümü açtığımdan beri, onlar dans ediyorlar.


Nesinin motorunun sesi. Sökeyi inletiyor ibne. On bin abdal ovaya hücum ediyor. Direnmek gereksiz, sadece izle.

-Çıkarın kemerleri simsarlar, ünlü mağrip sirki burada ve soyunma zamanı. Bırakın kendinizi çayırlara, hayvanlaşalım,

Nesi motorundan iniyor, pişkince sırıtıyor. Çekirgeler, adi patikanın sesi oluyor. Nesinin cebinde ot, sarım.

-Kral Süleyman'ın hazinesi mi o?
-O da kimmiş amına kooyayım! Bu bok, Gılgamış'ın yıllarca aradığı ot. Dizilin yamacıma, ama önce aslan yüreklerinizi bırakın kapıda.

Sıcak, çok sıcak.

-İyi malmış, diyor Tayt.
-Siksin Budda götünü, tabii iyi mal. Hadiii mangal hazır mı?
-Unuttuk lan, diyorum.
-Götünü am sayarım bro, ben o kadar yol aldım, ifrit yılanla kapıştım, trolleri dile getirdim, uzun yaşayasın, dediler. Sense mangalı hazırlamaktan acizsin.
-Tamam amına koyayım. O kolay iş, doğanın yardımıyla.

Balıklar kıyakmış, yenildi. Tayt, Nesi ve ben,.şehirden uzakta ve medeniyeti yakıyoruz.

-Sazlıkların arasından çıkan bir sepet ve içinden çıkan Musa, elinde kibrit, Nero soyundan. Firavunlar şehrini yakacağız, şerefe!
-Amin bro, amin!
-Kedi görünümlü itlerin canı cehenneme, diyor Tayt. Onların bize tanıdığı özgürlüğün canı cehenneme.
-Hail the Rat! diye bağırıyor Nesi.


-Sene 99, diye başlıyor Tayt. Mekan Şırfıntı. Oturduk, biralar geldi. Çok kıyak bir adam varmış, birazdan çıkacakmış sahneye. Bizi nasıl bir bokun beklediğini bilmiyoruz, gırgır, şamata falan. Sonra eleman çıktı, pek uzun sayılmaz. Her neyse abi, Jak cuk diye oturdu gitara. O anda kuru gürültü yerini bi-ki densiz fiskosa bıraktı. Siktir, dedim.
-Bu gidişi beğendim bro, şeytan var ucunda, kükürdün kokusunu alabiliyorum.
Tayt tebessüm.
-O anda kafa gitmeye başladı. Dünya karardı, siyah bir filtre düşün be hocam. Mına koduğum, mına koduğum,   gitar üzerindeki parmaklar dönüyor, dünya duruyor. Sonra o siyah filtre yırtıldı, ama adam hala kara.
-Eee?
-Hendrix'i gördüm abi.
-Siktirowski Anatollia, diye üçüncü kanala bağladı Nesi.
-Manic Depression, krizlerdeyim.
-Bad trip gibi ama doğum sancısı di mi Tayt?
-Crosstown Traffic!
-Voodoo yapmışlar sana Tayt.
-Ahaha, kaptan haklı, kenafir gözlü zenci işi bu.
-Şimdi cehennemde daha rahattır, her türlü ekipman ve taçsız bateristler eşliğinde, şerefe beyler! diyorum.
-Şansımın anasının amını taçlandırıyım. Görmek, daha doğrusu bilmek mümkün olmadı o vakitlerde. Suda yan, ateşte boğul bro!
-Amin amigo, diyorum.
Amin!!

Gece uzuyor, uzuyor. Kurtlar şehirde, koca gökdelenler içinde. Küçük kızlar güvenli müstakil evlerinde ve tomurcuklanmış göğüsleri medya ile şişiyor. Platin saçlı karılar evcil kocalarını çişe çıkarmışlar. Dünya dönmüyor!

-Obamızda, huzurluyuz be! diyorum.
-Hail the Pan! diyor Tayt.
-Hail the Abazan! diye bağırıyor Nesi.
-Hail the anbean, diye mırıldanıyorum.

Hepsi bir, hepsi bir...
Hepsi bir, hepsi bir...


Yumuşak sürüş, hepsi bir an..

28 Şubat 2011 Pazartesi

Yumuşak Sürüş



-Hep yanlış soruları sordular bebeğim; ama doğrusunu bilseydim burada olmazdım.
-Bu bir hakaret mi?
-Hayır bebeğim, hareket, hadi, yaylanalım.
-Tamam ama önce bekle beni. Tampon değiştirmem lazım.
-Tamamdır, iyi bir han'fendinin tampon değiştirmesi gerekir, bilirim.

İzbe bardan dışarı çıkışımız böyleydi işte. İki ya da üç gün sonra yırtık bir köşebaşında onu da kaybettim. Fena olmadı, dedim. Kendine vakit ayırırsın. Bir sonraki uyanışımda tabladaki geçmişiyle övünen siki kül olmuş sigaralarla ben vardım. Ve evimde değildim.


Zorlasam vitrinlerdeki ifritleri bile dize getireceğime inancım kalmamıştı.

Kazanova'ya bir uğradım. Tabureler, Chivas Regaller, eski L4Z konser afişleri ve şevhetin sarım başı titrekliğiyle karalanmış bir iki edepsiz söz yerli yerindeydi. Bir de ben.

Cebimde beş kuruş da yoktu üstelik. Mangırı düşünmek koyuyordu da. Çalışmazsın, iş güç ya da dolandırıcılıkla uğraşmazsın. Gençliğini yitiren aktrisler gibi pek bir seçeneğim yoktu. Çocukken babamdan haftalık isterken dahi daralırdım. Birine borçlu olmak yerine kasıklarımı kırpmayı tercih edebilirdim. Şimdi istasyonda hangi kızın elinde pompa, pek haberim yok.

Hepsi bir, hepsi bir.
Anons ediliyor kafamın için.
Anlamı ne, kime pek bir haberim yok..

Bir de, evet evlat doğru yoldasın,lar var.
Hangi el omzuma dostça iniyor, müphem.


Siktir, saat altı olmuş, şimdi Yanık'ta olmalıydım. Program başlamıştır.
İyi rüzgar var, ceketin önü iki yana savruluyor.
Gönderdeki yanlış bayrak gibi.
Tabelaların ve neonlu ışıkların ve yere bakan insanların kılavuzluğunda mekana varıyorum.
Tıklım tıklım.
Çok gürültü var ve Tayt'ı görüyorum.
-N'ber tayt, memlekette durumlar nasıl, işgal falan.
-Tennessee işgalden kurtulalı epey oldu be a'bi ve şu anda yeniden imar ediliyor.
Mekana bakıyorum göz ucuyla ve
-Bakıyorum kalasları buradan ithal ediyorsunuz.
-Fena adamlar değiller aslında, daha fazla renkliler.
-Gökkuşağı gibiler aslında, pek çok renk ama tek bir palet.
-Siktir et, bak Nesi'ler geliyor.

Nesi fena herif değildir. Uzun zaman sokakta ne kadar iş varsa yapmış. Şimdilerdeyse içkiler arasında dikey geçiş yaparken bir iki parlayıp, korsan kitap ve gürcü camel pazarlıyor.
Gelgör ise ressam. Dağ, güneş ve bulut çizme konusunda ustalaşmak üzere. Son zamanlarda Mary Jane'le dans ederken dağlarda kullanacağı morun rengini ölçüp biçiyor.
Ve Müne. Dehşet bir kalçası var. Ve yaratanın es geçmediği sütun bacaklar. İyi hatun, paranoyaya bağlamadığı sürece.

-Shit, n'aber pezo?
-İkinci kanaldan devam edeceksek not bad, yok ana kanaldan devam diyorsan Nesi, iç güveysinden hallice.
-Aksisin, diyor Müne.
-Evet, melankolim palazlandı.
-Onu geç, ne zaman kaçıyoruz, diyor Tayt Nesi'ye.
-Damarda akacak kan durmaz. Buralarda sürttüğümüze göre daha zamanı değil.

Sessizce etrafı süzüyoruz. Masaişçilerini göremeyince Tayt biraları almaya gidiyor. Normalde kıçınızın dibinden ayrılmazlar ama bu kalabalıkta..
-Biralar beyler. Ve bayan.
-Eyvallah, diyoruz tek ağızdan.

Hepsi bir, hepsi bir.
Hepsi bir, hepsi bir.

-Hepsi bira mı, diyorum biraların köpüklerini solduracak kadar yalıtkan bir süre sonra.
-Ne bok sandın bro, diyor Nesi. Gelgör'ün projeden haberin var mı?
-İçinde kanepe, sergi ve entel geyik yok garanti, diyor Müne.
-En iyi hamleni yap dilsiz Gelgör, diyorum. En iyi hamleni yap.
-Kaptan, diye başlıyor, gel gör ki...




27 Şubat 2011 Pazar

şarap okuyorum ve eskisi kadar da iyi yazamıyor.


Çok önemli anlar vardır, bu da onlardan biri. Elimdeki kitabı bırakıp çakıya uzanışım.. İlkiyle olmasa bile ikinci davranışımla açılışı. Kayıtsızca ikinci sınıf metaldeki yansımamı izlemem. Bunlar pek yabancı olmadığım ve yazarını da hatırlamadığım zelzeleler. Asıl olay sıçmam.
Ama önce..


-Neden telefonunu vermiyorsun, daha rahat ulaşırsın bana..
-İnan çok isterim ama en son telefonumu adli tıbbın çatısına fırlattım ve tekrar fırlatmamla zincirlenecek bir tepkimeyi göze almak istemiyorum. Onu bırak da biraz da tanıya.. el yordamı.. ne der.. (?)





Buysa yazanından emin olduğum bir senaryonun üstünkörü diyalogu, başarılı da sahneye koyduk hani. Siktiğimin oscar ödüllerinin  nezih otopark kenarlarına verilenini kazandı ve konuşmam da fena değildi. Özellikle mahallemizin değerli yaşayan(!)ları yok mu, çok ateşli hayranlar.

İlgimin çakıdaki aksimden sıyrılması. Kendisine ilgisini yitiren bir adamı yeni kudüse kral yapsan da o ruh, savaş meydanına dönmez. Amacını kaybetmiş bir insanın bakışlarından söz ediyorum. Bilmem nerde savaşmış -en fazla sizin ilginiz kadar ilgim var buna- taşakları torbasında, sırtında. Raylardan hiç ayrılmadığını ve mevzusunu -ki artık neyse- nerede tamamlayacağı pek önemli olmayan birinin, birisinin yüzü (olsundu, oldu).

-Haydutluğa hazır mısın?
-Ne haydutluğu, ne oldu?
-Sadece bırak kendini bana ve izle olacakları.

Bir bok olmadı. Elimde çakı ve kafadan kapatırım dediğim çakı, bursa olmasına rağmen bueno diyor bana. Bir çift dudak arıyorum, yok. Cuma gecesi sızıyor içeri. Ve tuvalet kağıdından koca bir tomar toplamam gerekiyor.

Çok özel anlardan biriydi işte. Elektronik müziğin tedirgin eden cızırtısı ve ritmimi unutturan baslarıyla,

-Ne zaman değiştirdin parçayı bebeğim, diye sormadan edemedim.
Kutsal bakirenin kulağa harika gelen tomurcukları, Siktir..